10 Kasım anma törenleri; tam anlamıyla milli birlik ve beraberlik ruhu içerisinde, toplumun tüm kesimlerince büyük bir özlemle, sevgi ve saygıyla gerçekleştirildi. Böyle olacağını 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerindeki coşkuyu görünce anlamıştım. Hatta “Siz bir de 10 Kasım’ı görün, küçük dilinizi yutacaksınız” şeklinde bir tweet de atmıştım.
Nitekim hemen herkesin beklediği gibi oldu; 10 Kasım törenleri her zamankinden çok farklı bir şekilde gerçekleşti. Atatürk’e kimin daha fazla sahip çıkacağı konusunda ciddi tartışmalar ve polemikler yapıldı.
En iddialı çıkış Sayın Cumhurbaşkanı’ndan geldi. “Atatürk’ü CHP’ye bırakmayız” dedi. Bu ifade 10 Kasım’da duyduğum en ciddi, en önemli ve en cesur ifadeydi. Uzun süreden beri Mustafa Kemal Atatürk’ün özellikle son dönemlerini, İnönü dönemini ve Demokrat Parti’nin ilk yıllarını araştıran ve anlamaya çalışan, hatta bu konuda bir kitap yazmayı düşünen biri olarak Cumhurbaşkanı’nın bu ifadesi bence hem ciddi hem de şaşırtıcı bir çıkış. Sayın Cumhurbaşkanı dışında biri bu ifadeyi kullanmış olsa, o kişiyle tanışmak ve tartışmak isterdim. Onu dinlemek ve kaynaklarını sormak isterdim.
Bu cümleyi, bugüne kadar Atatürk’ü anlamamış, anlamaya çalışmamış hatta siyasi hayatı O’na muhalefetle geçmiş biri/leri söylüyorsa, ancak kulaktan dolma bilgilerle söyleyebileceğini düşünürüm. Hatta kişisel okumalarım, bilgi birikimim, yakın tarih ve siyasi hayatımıza dair kişisel tecrübelerim çerçevesinde, bu cümleyi kendi bilgi birikimiyle kurabilecek birinin AKP’li olmasının, AKP’de bulunmasının mümkün olamayacağını iddia eder, tartışırım.
AKP’lilerin İnönü’yü yerden yere vurması, aslında kendi köklerine ihanettir.
Belki son cümle olarak kullanmam gereken cümleyi hemen şimdi yazmak istiyorum. Özdemir İnce’nin de belirttiği gibi, Milli görüşün ve AKP’nin temelleri CHP’nin 7. Kurultayında (17 Kasım – 4 Aralık 1947) atılmıştır. İnönü daha sonra, 1949’da dönemin Ekmeleddin İhsanoğlu’sunu bularak Şemsettin Günaltay’ı başbakan yapmıştır. Günaltay tek parti döneminin İslamcı başbakanı olarak değerlendirilmektedir. CHP’nin siyasi rakipleriyle rekabette, “onların silahını kullanmayı” yenilikçi bir strateji olarak son birkaç yıldır kullanmaya başladığını düşünen varsa, 1940’ların ikinci yarısında CHP’nin izlediği politikayı inceleyebilir. İnce’nin iddiasına dönecek olursak, bazılarına çok iddialı gelecek belki de “saçma” bulacakları bu cümle, benim için son derece önemli ve içtenlikle inandığım bir ifade.
Eğer yazdıklarıma gülüp geçmekle yetinmek istemezseniz, size müthiş bir kitap önerim olacak. Prof. Dr. Çetin Yetkin tarafından kaleme alınan “Karşı Devrim 1945 -1950”i mutlaka okuyun. Eminim kitabın her cümlesinden sonra durup, düşüneceksiniz. Hatta daha önce belki de defalarca okuduğunuz Atatürk’ün Söylev’ine tekrar tekrar müracaat edecek ve muhtemelen iki kitabı aynı anda okuyacaksınız.
Atatürk’ün ölümünden hemen sonra, başta Amerikan mandacıları olmak üzere, Atatürk’le ters düşmüş tüm muhaliflerin, İnönü’nün Dolmabahçe’de verdiği çay partisinde bir araya getirilmeleriyle başlayan sürecin, yani karşı devrimin, Köy Enstitülerini nasıl yok ettiklerini göreceksiniz.
“İnönü’yü eleştirmek Atatürk’ü eleştirmektir” şeklindeki görüşün temelinde, Atatürk ve İnönü’nün hep aynı görüşte oldukları inancı yatmaktadır. Bu inanç ise maalesef öğretilen, dikte edilen bir inançtır.
İkinci Dünya Savaşı’na Türkiye’yi sokmayarak o korkunç yıkımdan Türkiye’yi koruduğu düşüncesiyle yüceltilen İnönü’nün, savaştaki tarafsızlık! politikasıyla savaş sonrası Türkiye’yi bugün hala hep birlikte ödediğimiz faturalar ile karşı karşıya bıraktığına inanıyorum. Bu konuda daha detaylı değerlendirmelere ulaşmak isteyenler için, Prof. Dr. Çetin Yetkin’in Karşı Devrim kitabını okuma önerimi tekrarlıyorum.