Bugün tekstil, yarın otomotiv
Tüm gazetelerde tekstil ve konfeksiyon sektörününün göz yaşlarına tanık oluyoruz. İflas eden veya üretim tesislerini komşu ülkelere taşımak durumunda kalan çaresiz firmalar, içerisinde bulundukları bu durumdan kurtulmak için devletten büyük beklentiler içerisinde. Oysa, sektörün bu hale gelmesinden büyük ölçüde devlet sorumlu. Yurt dışındaki tekstil ve konfeksiyon fuarlarından başka bir platformda görünmeyen devlet, üretimin hangi şartlarda yapıldığından ziyade ürünlerin dışarıda nasıl satıldığına odaklanmış durumda. Aslında bu süreçte de tribünlere oynamaktan başka bir katkısının olmadığını söyleyebiliriz.
1990’lı yıllarda, AB’nin bir numaralı tekstil ve konfeksiyon tedarikçisi olma yolunda adımlar atıyorduk. Bu sayede, belki de dünyanın tekstil ve konfeksiyona dayalı büyüme modelini gerçekleştirecek ilk ülkesi olmanın hayallerini kuruyorduk. Sektöre yönelen girişimci sayısındaki artış dikkatle izleniyor, tekstil konfeksiyon yatırımları teşvik ediliyordu. İstihdam sorununu kökünden çözecek sihirli sektör nihayet bulunmuştu. Devlet (tüm hükümetler) haksız rekabeti körükleme pahasına bu sektöre sarılarak, ülkede “atıl yatırımlar” oluşturabilmek için seferberlik ilan etmişti.
Ufukta görülen ve nihayet 1996’da gerçekleştirilen gümrük birliği, tekstil ve konfeskisyona dayalı büyüme modeliyle kulvar değiştireceğimizin önemli bir işaretiydi. Ama olmadı. O günkü vizyonumuzu, her ülkenin sanayileşme ve dışa açılma sürecinde ilk sektör olan, ancak, hemen her ülkede bu sıfatını kısa sürede yitiren (yitirmesi gereken ) tekstil ve konfeksiyon sektörüne dayandırmamız büyük bir hataydı.
Bir başka hata da, bu sektörü ağırlıklı olarak, dünyanın en pahalı kentleri sıralamasında giderek yukarı çıkmakta olan İstanbul’da konuşlandırmamızdı. İhracatta uzun yıllar tek bir sektöre bağımlı olmanın sakıncaları bir tarafa, üretim alt yapısıyla giderek AB’ne yaklaştığımız bir süreçte, böylesine emek yoğun bir sektörde sektörlerde uzun süre ısrarcı olunması da hataydı. Başta enerji ve işçilik maliyetleri olmak üzere, tüm girdi maliyetlerinin, bırakın Çin’i, komşu ülkelerle bile rekabet edemeyecek
düzeyde pahalı olduğu ülkemizde, büyük ölçüde bu sektörden kaynaklanan kayıt dışılığı devlet eliyle teşvik ediyor olmamız ise, kalkınma stratejilerine ne denli kafa yorduğumuzun kanıtıydı.
Bugün, otomotiv sektöründeki ihracatımızın giderek artması nedeniyle, ihracatımızın kompozisyonunun değişmekte olduğu ve otomotivin toplam ihracatımız içindeki payının giderek yükseldiğine dair haber ve yorumlar, 1990’lardaki tekstil ve konfeksiyon sektörüyle ilgili haber ve yorumları hatırlatıyor.
Tekstil ve konfeksiyonla olmadı ancak, otomotivle olacak gibi beklenti daha doğrusu bir saplantı içersindeyiz. Yan sanayinin hızla gelişmekte olduğunuz görüyoruz. Otomotiv sektöründe Hyundai’nin büyük yatırımının bugün Çek Cumhuriyetine kaptırılması ve özellikle Rusya’da son yıllarda bu sektörde görülen yabancı sermaye girişleri, kısa bir süre zarfında tekstil ve konfeksiyon sektöründe yaşadıklarımızı otomotiv sektöründe de yaşayacağımız anlamına geliyor. Pahalı girdi maliyetleri ile otomotiv sektöründe de göreceli üstünlüğümüzü kaybetme sürecine girdik. Bu sürecin henüz başındayız, ne yapmalıyız acaba?