Türkiye’nin tek parti tarafından yönetildiği son 17 yılı değerlendirdiğimizde, bugün karşı karşıya olduğumuz tüm yakıcı iç ve dış sorunlarımızın büyüklüğüne, karmaşıklığına ve ülkemize maliyetine bakıldığında, “Keşke bu süre zarfında koalisyon hükümetleriyle yöneltilseydik” diyorum.
Evet, keşke koalisyonlarla yönetilseydik. En fazla bu kadar çok sorunla karşı karşıya olabilirdik. Daha fazlası olamazdı. Karamsar olduğum için “daha fazla olamazdı” demiyorum, başka ne olabilirdi ki? Eğer iyimser açıdan bakarsak, daha kötüsü ne olabilirdi diye, ilk aklıma gelen, sizin de aklınıza gelen şey olduğu için söylemek istemiyorum.
İç sorunlarımızın başında adalet, eğitim ve ekonomi geliyor… Sorunlarımız sadece bunlarla sınırlı değil elbette, ayrıca bu başlıklarla da ilintili onlarca, yüzlerce sorunumuz var. Tüm sorunlarımızı o kadar biriktirdik, büyüttük ve karmaşık hale getirdik ki, çözüm için reformlar yapılması ya da restorasyon dönemi geçirmemiz yeterli olamayacak. Bu arada, eğer bir koalisyon hükümetiyle yönetiliyor olsaydık, belki de bir belediye seçimini yapabilmeyi becerebilirdik. Koalisyon hükümeti bugünkü iktidar gibi basiretsiz davranıp, İstanbul’da kendi oylarının çalınmasına seyirci kalmazdı. Şimdi tüm sorunların tek yaratıcısı mevcut iktidarla Türkiye’nin hangi sorunu çözülebilir ki diye düşünmeden önce, dış politikada ne durumdayız, ona bakalım. Zira, dış politika alanı bir koalisyon hükümetinin başaramayacağı kadar büyük çaplı sorunlarla dolu.
Bugün Suriye iç savaşına müdahil olan tüm ülkelerin ve sahadaki aktörlerin sadece tek bir siyasi ya da askeri hedefi var. Esad’ın ne istediğini, ABD’nin neyin peşinde olduğunu, İran’ın ne yapmaya çalıştığını, Rusya’nın neyi başarmak üzere olduğunu gayet iyi biliyoruz. Hepsinin kendi çıkarları doğrultusunda tek hedefi var. Bizim öyle mi; bizim zaman zaman birbiriyle çelişenler de dahil olmak üzere çok sayıda hedefimiz var. Biz, Fırat’ın batısında Rusya ve İran ile ortak hareket edebilen, Afrin ve Fırat Kalkanı bölgesinde asker bulundururken, İdlib’i temizleme ihalesi almış ama Esad’ın gitmesini isteyen ve aynı Esad’ın, bizim de terör örgütü saydığımız örgütlerle savaşmasına karşı çıkan bir ülke durumundayken, Fırat’ın doğusunda, ABD ile Kürt pazarlığı yapan, Fırat’ın doğusu için ABD’den icazet bekleyen ama Rusya’dan S400 alarak, ABD’ye posta koyan, ABD’nin yaptırım tehdidine karşı çıkıp, “Önlemlerimizi aldık, buyurun gelin” diyen ama İdlib’de Ruslarla ayrı düşmek pahasına bildiğimizi okuyup, sivil can kayıpları ve Türkiye’ye göç tehlikesine dikkat çekip, HTŞ’yi dolaylı da olsa son sekiz ayda güçlendirmeyi başarıp, daha fazla sivil can kayıplarına neden olan bir ülkeyiz. Üstelik bu noktaya sadece bir level önceki “değerli yalnızlık” statüsünden gelmiş olabilmek, bu kadar kısa sürede dünya tarihinde görülmemiş bir başarıya imza atmış olmak anlamına geliyor. Bu açıdan bakınca, bir koalisyon hükümetiyle bu başarıyı sağlanabilir miydi, ben emin değilim.
Dahası bir koalisyon hükümeti iş başında olsaydı, 3 yıl önce Rus uçağını kimin düşürdüğünün sahiplenmesi yarışması yapamazdı, kısa sürede Rusya ile düşman olma durumdan bugünkü Rusya kankalığına geçiş sürecinde, Astana yolunda attığımız imzaları bir başarı öyküsü gibi sunamazdı. Bugün Suriye’de hem Esad’a, hem Kürtlere, hem ABD’ye hem de Rusya ve İran’a karşı çıkıp, ne istediğimizi bilmediğimiz bir ortamda, Allah’tan kimsenin çıkıp, “Ne istiyorsunuz” diye sormamasının avantajını yaşıyoruz. Koalisyon olsa, ortaklar birbirini sorgular bu noktaya gelemezdik.
Son 17 yılda koalisyon iktidarları iş başında olsaydı, muhtemelen hem Mısır’la, hem İsrail’le hem de Suriye ile papaz olup, Libya’da yanlış ata oynamazdık. Belki, Kıbrıs Rus Kesimini yine yok sayardık, belki hukuki ve coğrafi temelli haritalarla Türk’ün Türk’e propagandası yapmaya devam eder, Akdeniz’de gemi gezdirirdik. Doğu Akdeniz’deki milli çıkarlarımız türküsünü söyleye söyleye, oradaki milli çıkarlarımızın da canına okuyan, gür bir kolektif! ses yine olurdu.
Tek parti iktidarı veya koalisyon hükümeti fark etmez, Doğu Akdeniz’de, hala idrak edememiş olsa da siyasi bir dizi sorunla karşı karşıyayız, atı alan Üsküdar’ı geçmek üzere. Bu saatten sonra bize düşen, fırsatlara odaklanarak, hukuki temelli çözümler peşinde koşmak yerine siyasi çözüm arayışlarına yönelmek ve masada kendimize yer edinmeye çalışmak.
Bu son paragrafta galiba bir mesaj verdim, nedense!..