Geçtiğimiz hafta isimleri kamuoyuna mal olmuş üç farklı kişinin sosyal medya üzerinden yapmış oldukları din referanslı söylemlerinin ortak noktası; dünya işlerinden kaynaklanan kimi hesaplaşmalarının ahirette, mahşerde yapılacağına yönelikti. Bu üç kişi sıradan üç kişi değil akademisyen, eski belediye başkanı ve TBMM başkanlığı ve milli eğitim bakanlığı yapmış profesyonel siyasetçi önemli kişilerdi.
Eski milli eğitim bakanı İsmet Yılmaz, yerel seçimlerde oy istediği aday için “AKP’li adaya oy vermek mahşerde beraat belgesidir” şeklinde bir ifade kullandı. Yılmaz’ın ses kayıtı da olduğu için, bu açıklamayı sosyal medya manüpülasyonu olarak değerlendirmek mümkün değil.
Geçtiğimiz günlerde bir üniversiteye rektör olarak da atanan TV yıldızı Prof. Nihat Hatipoğlu da kendisine yönelik eleştirilere, “Hepinizle mahşerde karşılaşacağım” şeklinde cevap verdi. Nedense bu dünyada, hukuk yolunu kullanarak hesaplaşmayı tercih etmiyor. Sanırım, yargının bağımsız! olmadığını bildiği için değil.
AKP’nin Ankara büyükşehir belediye başkan adayı Mehmet Özhaseki ise, “Melih Bey’in günahı var mı yok mu ben bilmem. Cenab-ı Allah’ın işine karışmak kimsenin haddi değil. Ben sümme haşa yaratıcının işine nasıl karışayım” dedi. Oysa, Özhaseki İslam dinin temel esprisinin kul hakkı olduğunu bilmiyor olamaz. Allah gecinden versin yarın, musalla taşında cemaate o meşhur soru sorulduğunda, “Ben bilmem Allahım, siz daha iyi bilirsiniz” şeklinde cevap verilemeyeceğini de bilmiyor olamaz.
2012 yılında “Cennet’te satılık arazi!” ilanıyla vatandaşlarımızın dolandırıldığına tanık olmuştuk. Jet Fadıl, islam dinini her fırsatta kullanarak ticaret yapan bir girişimci olarak, sarıklı ve cübbeli kıyafetiyle dini içerikli pazarlama taktikleri uygulamıştı. Ancak bu şahısların siyaseten düşük profilli olmalarından dolayı konu cehaletlerine verilerek geçiştirilmişti.
Bu yazımda, “Batıl inanç ne kadar az olursa yobazlık da, sefalet de o kadar az olur” diyen Voltaire atıfla yukarıdaki açıklamaları değerlenmeyi düşünerek yazıma “Endüljans”[i] belgesinden başlamayı düşünüyordum. Endüljans belgesi, aydınlanma dönemini ve moderniteyi çağrıştırdığından birden aklıma Alev Alatlı hanımefendi geldi ve yazmayı planladığım konudan vaz geçtim.
Hatırlarsınız, Alev hanım AKP ile ilişkilerini tesis ettiği dönemde, “Türkiye rönesansı yaşıyor” cümlesini kurmuştu ama ben bu cümleyi onun sarfetmiş olabileceğine inanmamıştım. Alatlı’nın aslında söylemek istediği farklı bir şey olmalı diye düşünmüştüm. Birkaç gün sonra, Alatlı’nın Cnnturk’te Şirin Payzın’ın programında “Din kodlu eğitim, belki de bu zamanda devrimciliktir” dediğini de doğrudan işittiğimde, aydınlanma dönemini ve moderniteyi sorgulayacak düzeyde derinliği olan bir hanımefendinin, günlük siyasetin parçası olmayı nasıl ve neden tercih edebileceğini anlamaya çalışmıştım, hala çalışıyorum.
Rönesansın, dinde reformun ve kapitalizmin artan egemenliğiyle birlikte modernleşmenin yönlendirici unsurlarını bir bütün olarak ele aldığımızda, cehalet, batıl inanç ve zorbalığa karşı “aklın” daha iyi bir dünyayı kurmaya muktedir olduğuna inanan biri olarak, Özhaseki, Hatipoğlu ve İsmet Yılmaz’ın sözlerini, akıl ve bilim merkezli toplumsal düzenleme arayışı yerine din merkezli toplumsal yapı oluşturulması çabası ve arzusu olarak yorumluyorum.
Aslında konu bu noktadan itibaren laiklik tarışmasına gider ama bu dönemde laiklik kavramını tartışmanın bir anlamı olabileceğini düşünmüyorum. Ancak, belirtmeliyim ki, Türkiye Cumhuriyeti laiklik kavramını tartışmadan, bu kavramla yüzleşmeden sorunlarını aşamayacak. Üstelik sorunumuz sadece cehalet değil.
[i] 1521 tarihli bu belge ile Kilise, günahların bağışlandığını tevsik ediyor ve cennete gitme garantisi sağlıyordu. Hatta, kilise daha da ileri giderek, halka para karşılığı cennetten arazi satışları da yapıyordu.
[1] 1521 tarihli bu belge ile Kilise, günahların bağışlandığını tevsik ediyor ve cennete gitme garantisi sağlıyordu. Hatta, kilise daha da ileri giderek, halka para karşılığı cennetten arazi satışları da yapıyordu.