Deniz’in, Yusuf’un ve Hüseyin’in idam edildikleri gün, aile büyüklerinin ve komşularımızın konuşmalarından nasıl etkilendiysem ‘”idam nedir”, “nasıl yapılır, “neden yapılır” gibi sorulara o yaşta yanıt aramaya başlamıştım…
Radyo ajanslarından ya da gazetelerin ilk sayfalarındaki büyük puntolu yazılardan bu üç gencin banka soydukları, anarşist ve komünist oldukları için asıldıklarını öğrenmiştim. Yani, suç! işledikleri için asılmışlardı.
O dönem şahit olduğum tartışmalardan öğrendiğim bir başka idam olayı da yıllar yıllar önce, birisi başbakan, diğer ikisi bakan olan üç kişinin asılmalarıydı. Dehşetler içerisinde kalmıştım. Tamam “anarşistler” asılabilirdi! ama bir başbakan nasıl asılabilir sorusu kafamı karıştırmıştı.
Deniz’lerin güncel idamlarıyla birlikte 11 yıl önceki idamlarla da meşgul olmaya başlamıştım. O tarihlerde biri kır gerillası olan siyasi tutuklu iki dayım da Mamak cezaevinde yatıyorlardı. Başbakanın dahi asılabildiği bir ülkede dayılarımın asılması işten bile değildi. Muhtemelen dayılarım da “anarşist”ti, kimselere yüksek sesle sormadığım bu soruya cevap bulmak hiç de kolay olmadı. Dedem, anneannem, annem ve teyzemin endişeli ve hüzünlü hallerini hala, dün gibi hatırlıyorum. Büyük bir aile dramı yaşanıyordu.
Köy Enstitüsü mezunu bir babanın çocuğuydum ve doğal olarak Parti’nin altı okunun her birisinin neyi ifade ettiğini de yeni keşfediyordum. Altı oklu parti bayrağı ile aramda kurulan bağ gittikçe güçleniyordu, hatta siyasi tartışmalara katılıp, fikir beyan etmeye başlamıştım. “Anarşist” diye asılan Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in aslında devrimci olduklarını, hatta asılmadan önce dayımlarla aynı cezaevinde kaldıklarını da öğrenince, onların idamıyla daha fazla meşgul olmaya başladım. İlk siyasi travmamı bu dönemde yaşadım. Zira, Deniz’lerin idamına evet oyu verenler arasında CHP’li milletvekilleri de vardı. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Anlaşılır gibi değildi. İşte bu gerçeği öğrendikten sonra, hem Menderes’leri hem de Deniz’leri asan askerlere karşı özel bir husumet beslemeye başladım.
Lise yıllarındaki siyasi bilgilerimle, Menderes’in aslında, sağcı ve Amerikancı olduğunu öğrenmem ikinci siyasi travmayı yaşamama neden oldu. Bu da bende büyük hayal kırıklığı yarattı. Ama nedense, Menderes’in sağcı ve Amerikancı olduğuna bir türlü inanmak istemiyordum. Gizliden de olsa onları sevmeye, sempati duymaya, hatta acımaya devam ettim.
Samsun’daki lise yıllarımda, kendi çapımdaki devrimcilik deneyimlerimle! birlikte üniversite sınavlarına hazırlanırken buldum kendimi.
Gidebileceğim tek üniversite vardı, o da elbette ODTÜ’ydü. Okuyacaksam sadece ODTÜ’de okur ya da hiç okumazdım. Nasip oldu, ODTÜ’de siyaset bilimi okudum. O dönem siyasi bir laboratuvar niteliğindeki ODTÜ’de, 3. sınıftayken 12 Eylül darbesini yaşadım. Darbeden kısa süre sonra ilk olarak Necdet Adalı’yı astılar. Necdet Adalı, sempatizanı olduğum Kurtuluş örgütündendi. Sadece bu kadar mı? Ben, her perşembe günü onun adına Ulucanlar cezaevine, ODTÜ kafeteryasından yemek taşıyan öğrencilerden birisiydim. Üçüncü siyasi travmamı yaşadığım olay bu oldu.
Ulucanlar’da görevli gardiyanlardan birinin “ODTÜ’nün yemekleri çok iyi oluyor, gelecek sefere 8-10 kişilik fazla getirin biz de yiyelim'” demesini de dün gibi hatırlıyorum. Hatta bir defasında ana yemeğin adının “Macar Gulaş” olduğunu tam beş kez tekrarlamıştım. Bir gardiyanla bir yemek ismi üzerinden iletişim sağlayamamız, aynı dili konuşamıyor oluşumuz, sonraki siyasi hayatımda bana hep yol gösterdi.
Siyaset bilimi okumanın en iyi tarafı, çok merak duyduğum siyasi tarihi de ders olarak almamızdı. Dersi geçebilmek için okuma listesindeki tüm kitapları da okumak gerekiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı, Kurtuluş Savaşı, erken Cumhuriyet dönemi ve yakın tarihi okudukça kafamdaki taşlar yerine oturmuyor, öğrendiğim her yeni bilginin mutlaka teyide muhtaç olması canımı sıkıyordu.
Abdülhamit dönemi ve İttihat ve Terakki derken Abdülhamit sever birisi olarak buldum kendimi. Kimbilir belki paranoyak olmasının getirdiği sempatiden, biliyorsunuz paranoyak olmanız takip edilmediğiniz anlamına gelmez, belki de reformist bir padişah olmasından ötürü Abdülhamit’e sevgi duymaya başladım. Siyasal İslamcıların büyük bir bölümünün onu hiç tanımadığını düşünüyorum. Solcular da zaten, sırf İslamcılar ona taptıkları için ondan nefret ediyorlar. Cemil Meriç’i de ODTÜ yıllarımda keşfetmiştim. Hani şu “Memlekette sağcılar solcular yoktur, namuslular ve namussuzlar vardır'”diyen kişi.
Yıllar sonra, kendisini devlet zanneden zibidiler yüzünden 20 yıllık kariyerimi yakarak kamudan istifa etmek zorunda kaldım. Siyasete atılmaya karar verdim. Herkes CHP’ye gireceğimi düşünürken ben solda bir parti arayışına girdim. AKP’nin iktidara geldiği yıllardı, CHP’nin daha solunda olduğuna inandığım ANAVATAN partisinde siyasete başladım (gülmek serbest!). Rahmetli Pakdemirli, beni siyasete davet ettiğinde, “Ama ben sosyal demokratım” dediğimi hatırlıyorum. O da, odadakileri de işaret ederek, “hepimiz sosyal demokratız” demişti.
2007 ve 2009’da AKP ile mücadele etmenin yolunun “Merkez Sağ”ı birleştirmek olduğuna inanıp, mesai harcadım. Daha sonra Demokrat Parti’de Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulundum. Bugün serbest demokrat siyasetçi diyorum kendime, ne demekse…
İşte böyle, benim Menderes sevgim çocukluk yıllarıma dayanıyor, üstelik CHP’li solcu! bir ailede. Demokrat Parti’nin kuruluşunun ilan edildiği basın toplantısında, bir gazeteci ‘”Demokrat Parti siyasi yelpazenin neresindedir” diye soruyor. Menderes kısa bir cevap veriyor; ‘”HP’nin bir karış solunda.” Hiç şüphesiz bu cevap Menderes’i solcu yapmaz ancak, 1938-50 dönemi siyasi tarihine yönelik arkeolojik kazılar yaparken, Demokrat Partililer için, Celal Bayar ve Adnan Menderes için de komünist diyen bir zat-ı muhteremi de keşfettim. Hüseyin Cahit Yalçın, 1946’da Tanin’de DP’lilere komünistler diye saldırıyordu. Bu ifade de elbette DP’lileri komünist yapmazdı ancak, Celal Bayar’ın 7 Şubat 1947 tarihli Cumhuriyet Gazetesi manşetindeki ‘”Bizi komünist hareketle alakalı ve şaibeli göstermek gayretindeler'” ifadesi, 1938-50 dönemi tarihinin yeniden yazılmasının gerekli olduğunu konusunda ikna etti beni. Bir gün mutlaka yazmayı düşündüğüm ve yıllardır üzerinde çalıştığım kitabı; yani karşı devrimin kitabını, Prof. Dr. Çetin Yetkin (Karşı Devrim, 1945-50, Kilit Yayınları), yazdığını görmek çok şaşırttı beni. Benim yazabileceğimden kuşkusuz daha mükemmel ve bir bilimsel eser vardı elimde. Tavsiye ederim, mutlaka okuyunuz. Türkiye’nin hangi dönemde ve nasıl Amerika’nın güdümüne girdiğini belgeleriyle göreceksiniz ve bir daha Menderes’e Amerikancı derken durup, düşüneceksiniz.
Bugün TV’lerde, Menderes’in mezarı başında övgüler düzerek, göz yaşlarıyla Menderes’i ananları göreceksiniz. Emin olun, çoğu Menderes’i hiç tanımıyor ama onun siyasi mirasından geçiniyor. Tıpkı ona düşman olmayı Atatürkçülük zanneden, Atatürk’ten geçinmeli tarihçi esnafı ve karşıtlık temelinde siyaset yapanlar gibi. Menderes’in adını ağızlarına her aldıklarında onun ruhunu inciten siyasilere, DP Genel Başkanı Gültekin Uysal’ın şu tweetiyle sesleneyim. “…Ama yağma yok; 27 Mayıs’ta başlayan ve ‘mağdur’ olduğunu iddia edenler tarafından sürdürülen demokrasiyi yağmalama süreci muhakkak ki tersine dönecek, darbenin izleri milletimizin ve devletimizin hafızasından silinecektir.”