‘Helga’nın barı’ ve kapitalizm

Önce bir öykü…

Helga bar sahibi bir hanımdır. Tüm müşterileri alkolik işsizler olduğu için yeni bir satış yöntemi geliştirmek zorunda kalır. Müşterilerine “şimdi iç, sonra öde” kampanyası sunar. İçilen içkilerin sayısını deftere yazarak müşterilerini kağıt üzerinde borçlandırmaya başlar. Helga’nın uygulamakta olduğu “şimdi iç, sonra öde” kampanyası çok tutulur ve bara eskisinden daha çok müşteri gelir. Zamanla kendi şehrinde en çok içki satan bar olma rekoruna sahip olur. Helga, en çok tüketilen içkiler olan bira ve şarapta düzenli aralıklarla fiyat artışları yaparken hiçbir dirençle karşılaşmaz. Sonuç olarak, Helga’nın toplam satışlarında ve kâğıt üzerindeki kârında ciddi bir artış olur. Bir yerel bankanın genç, zeki ve dinamik müdür yardımcısı, bu müşteri borçlarının gelecekte değerli varlık oluşturacağının farkına vararak, Helga’nın borçlanma limitini artırır. İşsiz alkoliklerin borçları teminat sayıldığından bunda kaygılanacak bir durum da yoktur.

Bankacı, amirleri tarafından ciddi bir miktar para ile ödüllendirilir. Bankanın genel müdürlüğünde, uzman “trader”lar büyük komisyonlar alabilmek amacıyla bu alacakları ‘drinkbond’a (içki tahvilleri) dönüştürerek müşterilerine satmak için çaba sarfederler. Amaçları bu menkul kıymetlerin daha sonra uluslararası menkul kıymet borsalarında işlem görmesidir. Saf ve tecrübesiz yatırımcılar, kendilerine satılan “AA dereceli tahviller”in, gerçekten işsiz alkoliklerin borçları olduğunu bilmezler. Bu arada tahvillerin fiyatları devamlı yükselmeye başlar ve ilgili menkul kıymetler ülkenin bazı lider finans kurumlarında en çok işlem gören kâğıt olur. Bu sefer “trader”lar ödüllendirilir. Bir gün, yerel bankada çalışan risk yöneticisi, bono fiyatlarının tırmanmaya devam etmesine rağmen, artık Helga’nın barından tahsilat yapmanın zamanının geldiğini fark eder. Helga ile irtibata geçer. Helga da alkolik müşterilerinden borçlarını ödemelerini talep eder. Fakat müşteriler borçlarını geri ödeyemez. Helga yükümlülüklerini yerine getiremediği için iflas eder ve bar kapanır, 11 işçisi işini kaybeder.

Ardından ‘drinkbond’ fiyatları bir gecede % 90 oranında düşer. Yerlerde sürünmekte olan varlık değerleri, bankanın likiditesine zarar verir ve yeni krediler verememesine neden olur. Böylece kredilerde donma ve ekonomik aktivitede bozulmalar meydana gelir. İlginçtir, Helga’nın barına bonkör ödeme olanakları sağlayan tedarik şirketleri kendi çalışanlarının bireysel emeklilik birikimlerini de bu tahvil piyasalarına yatırmışlardır. Şimdi onlar da bu tahvillerden yüzde 90 zarar yazmak durumuyla karşı karşıyadırlar. Helga’nın üç nesildir bu işi yapan şarap tedarikçisi iflas istemiş ve kapılarını kapatmış; biracısı ise rakibi tarafından satın alınmış ve fabrikası kapatıp 150 işçisini işten çıkarmıştır. Fakat büyük bir şans eseri banka, finans kurumları ve onların saygıdeğer yöneticileri; hükümet tarafından milyarlarca dolar nakit sağlanarak korunmuş ve kurtarılmıştır. Bu operasyonlar için gereken kaynaklar, Helga’nın barına hiç gitmemiş; işsiz, orta sınıf ve alkol kullanmayan insanlardan sağlanmıştır (Bu öykü, Hakan Özyıldız’ın 21 Temmuz 2012 günlü Habertürk gazetesindeki köşesinden kısaltılarak alınmıştır.

***

Bugünkü kapitalist sitemin krizlerini daha iyi ve kolayca anlayabilmek için, kapitalizm ilk ciddi krizi olan 1929 Ekonomik Bunalımının nedenleri ve sonuçlarını öğrenmek amacıyla  yaptığım  basit ve yüzeysel bir araştırmada şu bilgilere ulaştım :

Büyük Kriz, Kuzey Amerika ve Avrupa’yı merkez almasına rağmen, dünyanın diğer ülkelerinde de yıkıcı etkiler yaratmıştır (tıpkı bugünkü krizler gibi, küresellik söz konusu).

1929 Bunalımı temelde Amerika’da borsanın çöküşüne ithaf edilse de; o yıllarda yeryüzündeki ekonomik koşullara, krizin büyüklüğü ve etkisine bakıldığında ‘Büyük Dünya Bunalımı’ adını almayı hakettiği açıkça görülmektedir. Bunalım dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin %42 oranında ve dünya ticaretinin de % 65 oranında azalmasına neden olmuştur.

ABD, Birinci Dünya savaşı sonrası dönemde edindiği ihracat fazlası ile dünyanın net kreditörü konumuna gelmişti. Bu esnada ülkede otomobil, inşaat, elektrikle çalışan makinalar gibi yeni endüstriler gelişmeye başladı. Yeni gelişen endüstrilere talebin fazla oluşu borsanın spekülatif olmasına sebep oluyordu. Ücretler çok fazla yükselmiyordu ve fiyatlar istikrarlıydı. Birçok insan hala aşırı derecede fakirdi ancak halkın büyük çoğunluğu hiç olmadığı kadar rahat ve varlıklıydı. O yıllarda Amerikalılarda minimum fiziksel eforu sarfederek zengin olma isteği hakimdi. İnsanların bu ruh hallerinin ve spekülasyonun ne derece hakim olduğunun kanıtı, 1926 yılında Florida’da meydana gelen gayri menkul patlamasıydı. Bu olay klasik bir spekülatif balonun tüm özelliklerini kendi içinde barındırıyordu.

Florida Gayrimenkul Spekülasyonu süresinde Floridalılar, bölgede kış şartlarının kuzeydeki eyaletlere göre daha iyi ve taşımacılık problemlerinin çözülmüş olmasına dayanarak Florida’daki gayrimenkullerin değer kazanacağını düşündüler. Eyalette, Florida’nın bir tatil cennetine dönüşeceği inancı hakimdi. Bu durumda o gün aldıkları taşınmazların gelecekte birkaç kat değerleneceğini düşünenler hiç de az değildi. Halkın büyük çoğunluğu bu inançla gayrimenkule yatırım yaptı. Ancak 1928 yılının 18 Eylül’ünde hiç hesapta olmayan bir tropik kasırga 400 insanın ölümüne, binlerce evin hasar görmesine ve tonlarca deniz suyunun yatları parçalayıp sokaklara taşmasına neden oldu. Satın alınmış olan gayrimenkuller satılmaya çalışıldı ancak değerinin çok altına bile satılamadı. Bu durum bir spekülatif balonun patlayışıydı.

Büyük Krizin diğer nedenlerinden bir de Amerika’daki şirketlerin mali güçleriydi. 1870’li yıllarda Amerika’da irili ufaklı pek çok şirket varken I. Dünya Savaşı’nın getirdiği zorluklar karşısında küçük şirketler birleşmek zorunda kalmış ve savaş sonrasında tekeller oluşturmuşlardı. Öyle ki 1929 yılına gelindiğinde Amerikan ekonomisinin %50’si üzerinde söz sahibi olan holding sayısı 200 kadardı. Bu da tek bir holdingin bile iflasının ekonomiyi sarsmaya yeteceğini gösteriyordu.

Bir diğer neden, bankaların kötü yapılanmış olmasıydı. Bankaların sermaye esaslarını, rezerv ve kredi oranlarını belirleyen yasalar yoktu. Örneğin şirketlerin mali tablolarının güvenilirliğini sağlayan hukuki düzenlemeler yoktu. Bu yüzden yatırımcı senedini aldığı firma hakkında yeterince bilgiye sahip olamıyordu. Ticari bankaları yatırım bankalarından ayıran yasalar da mevcut değildi.

Bir başka neden ise, Amerika’nın dünya üzerindeki net kreditör konumuydu. Bunun yanında I. Dünya Savaşı sonrası Almanya ve İngiltere’den istediği tazminatların altın olarak ödenmesini talep ediyordu. Ancak yeryüzündeki altın stoğu yetersizdi ve varolan stoğu da zaten Amerika kontrol ediyordu. Bu nedenle bahsedilen tazminatların ve kredilerin mal ve hizmet olarak ödenmesi denendi ancak bu da Amerika’nın kendi mal ve hizmet sektörünü vurdu. Son çare olarak gümrük duvarları koyma yoluna gidildi ancak bu da yalnızca dış ticareti daralttı. Sonuçta Amerika hesapsızca vermiş olduğu kredileri geri alamadı.

1929 Depresyonunu yenerek tam istihdama ulaşan ilk ülke Almanya’dır. Almanya, enflasyonsuz orijinal finansman yöntemleriyle iç piyasayı canlandırmayı başarmıştı. Ancak dünya pazarları Almanya’nın ihracatına açık değildi. Alman fabrikalarına sürüm alanları temin etmek ve hammadde bulmak gerekiyordu. Almanya, doğrudan serbest döviz transferi olmaksızın malın malla mübadelesini gerçekleştirmek imkânını sağlayan bir karşılıklı ticaret (counter-trading) modelini benimseyerek, serbest döviz piyasalarında ihracat mallarına uygun fiyatla alıcı bulamayan ülkelerin müşterisi durumuna geçti. Tarım ekonomilerinin ihracat mallarını yüksek bedelle satın aldı ve onlara kendi sanayi ürünlerini sattı. Planlama ve benzeri yöntemlere başvuran ABD ile Fransa gibi demokrasiler ılımlı çözümlere yönelirken, Almanya’da işsizler nazi totalitarizminin çılgınlıklarına kapıldılar. Böylece bunalım, II. Dünya Savaşı’nın başlıca nedeni olacaktı.

Yukarıda yer alan kriz öyküsü ve özellikle bazı kelime ve kavramlar size de tanıdık geliyor değil mi? Finansal kapitalizmin henüz şekillenmediği, bilgi ekonomisinin henüz hayal bile edilemediği bir dönemde yaşanan bu kriz, bugün kapitalizmin krizlerine genel hatları ile ‘neden’ aranması konusunda bize yeterli düzeyde ışık tutuyor.

Finansal kapitalizm ya da fon kapitalizminin doğuşu ve uluslararasılaşması:

Finans konusu 1950’li, 60’li yıllara değin firmaların iç işlerinden birisiydi. Firmaların finans departmanları, firmanın asıl faaliyet alanı olan üretim için gerekli ve ucuz parayı bulmak konusunda ihtisaslaşmışlardı. Diğer bir ifadeyle, finans birimi, firmayı kredi kuruluşlarına karşı en iyi şekilde takdim edebilen ve en fazla krediyi en ucuz maliyetle temin eden birimdi. Özellikle, 1960’larla birlikte, finans sektörü giderek güçlendi ve ekonomik ve toplumsal yaşamın tüm dokularına nüfuz etmeye başladı. Nihayet, hanehalkının gelecekteki gelirlerinin bugüne indirgetilerek harcatılması kapasitesine ulaştı. Bireysel olarak, kredi kartları ve tüketici kredileriyle finasal kapitazmin konusu olmamızın yanı sıra,  tasarruf fonu, yatırım fonu, varlık yönetim fonu, özel sağlık fonu, emeklilik fonu, A tipi fon, B tipi fon gibi kağıt üzerinde karmaşık görünmekle birlikte son derece basit ürünler de gündelik hayatımızın bir parçası haline geldi. Dolayısıyla günümüz krizlerini değerlendirirken finansal kapitalizmin konumuz olmamakla birlikte örneğin ABD’deki yerini hatırda tutmamız gerekiyor. Bugün, ABD’deki emekli fonlarında 30 milyon civarında, yatırım fonlarında ise 75 milyon civarında kişinin hesabı bulunuyor.

Sovyetler Birliği’nin dağılması:

SSCB dağılana dek, kapitalizm bir anlamda şanslı bir evre de geçirdi. Özellikle, 2. Dünya savaşından sonra hızla büyüyen ve gelişen kapitalizmin, anti tezi olan sosyalizm karşışında üstünlük ve gelişim sağladığına inanıldı. Ancak, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, kapitalizmin mevcut iç çelişkilerine yeni unsurlar da eklendi. Sosyalist ekonomilerin kontrolü altındaki milyonlarca kişiden oluşan iş gücünün (2 milyar kişi) ve kaynakların kapitalist sisteme dahil olması, beraberinde pazar büyümesini getirmiş olsa da, mevcut sisteme özellikle de Avrupa Birliği’ne ciddi bir yük de getirdi.  Genişlemeyle birlikte 1990’larda ortaya çıkan bu yük, bugünkü AB krizinin nedenlerinden birisini oluşturmaktadır. Avrupalıların bir anlamda üçüncü yol olarak gösterdikleri “sosyal güvenlik devleti” de böylece geçerli bir alternatif olmaktan çıktı. Sosyal güvenlik devleti, sosyalizm gibi çökmediyse de esasta iflas etme noktasına geldi. Bugün, Avrupa’da iktidardaki sol partilerin, sağ partilerle tıpa tıp aynı politikaları uyguluyor olmaları da bunun bir kanıtı. Yanılmıyorsam, 2005 yılında, bundan tam 8 yıl önce, Radikal Gazetesinde Solmaz İlkorur imzasıyla çıkan bir yazıda, “liberal Avrupanın artık sosyal Avrupayı finanse edemediğinden” bahsediliyordu.

 Nüfusun Yaşlanması:

AB’nin olduğu gibi tüm gelişmiş ülkelerin en önemli sorunlarından biri de üretkenliğini yitirmiş, yüksek emeklilik sigortası olan ve sayısı gitgide artan yaşlı nüfustur. Hiçbir toplum nüfusunun gittikçe artan bir bölümünün giderek uzayan süre çalışmadan yaşamasının bedelini uzun süre karşılyamaz. Ortalama insan ömrü uzadıkça 65 yaşında emekli olmak, topluma ve ekonomiye yük yaratmaya başladı.

Çin’in vahşi kapitalizmi ve bilgi ekonomisi:

Bir tarafta teknolojinin gelişime paralel olarak ortaya çıkan ve iletişim teknolojilerine dayalı bilgi toplumu gerçeği (bilginin en önemli üretim faktörü olması) diğer tarafta, kapitalizmin doğuş yıllarını, “vahşi kapitalizmi “hatırlatan Çin gerçeği bugün dünya ekonomisini daha doğrusu küresel ekonomiyi, anlayabilmemizi hayli güçleştiriyor. Çin’de sergilenen “bir devlet, iki sistem” ekonomisi, gelişmekte olan ülkelerin ötesinde, batıda da ülkelerin reel sektörlerini tehdit eder noktaya ulaşmış bulunuyor. İşte böyle bir ortamda, bir anlamda köhne kapitalizmin katma değeri yüksek olmayan ürünlerinin kimi AB ülkelerinde üretimi anlamsız hale geliyor. AB piyasasında görülen işsizlik oranlarındaki artış ve üretimin Çin’e kaydırılması AB krizinin bir başka nedeni olarak karşımıza çıkıyor. Çağdaş iktisatçıların çok basit konuları sanki karmaşık bir konuymuş gibi ambalajlayarak literatüre kazandırmasına da bu bağlamda “optimizasyon” adı veriliyor. Kaliteden ödün vermeksizin üretimi daha düşük işçilik ve girdi maliyetiyle başka bir yerde gerçekleştirmeye odaklanmak, Business Process Outsourcing, yani, ürünün dışarıda üretmesi yöntemidir. AB’de işçi çıkarmak çok güç, işçilere verilen ücret ve sosyal haklar çok yüksek olduğundan,  firmaların üretimlerini daha düşük maliyetli ülkelere taşıması, kapitalist mantık çerçevesinde son derece anlamlı bir çözüm olarak karşımıza çıkıyor.

19. ve 20. yüzyılda uluslar veya bölgeler/birlikler sahip oldukları doğal kaynaklara ve  sermayeye bağlı olarak belli üretimlerde uzmanlaşıyor ve zenginleşiyorlardı. Buna mukayeseli üstünlük (comparative advantage) deniyordu. Artık, tüm dünyada mukayeseli üstünlüğün tek kaynağı bilgi, yenilikçilik ve yaratıcılık olarak karşımıza çıkıyor. Marx’a benzeyen bir iktisat profesörümüzün değimiyle “sanayi ötesi toplum” (aslında söylemek istediği resmen bilgi toplumu) yeryüzünde eşitsizliğin daha artmasını ve zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumun büyümesini de beraberinde getiriyor. Bugünkü kapitalizmin toplumsal ideolojiden yoksun bireyci yapısı, elektronik medyanın da desteğiyle kişisel tüketimi ön plana çıkarmakta, bugünün harcamalarını karşılamak için geleceğe dönük yatırım kaynaklarını kullanmaktadır. Öte yandan, son yıllarda tüm dünyada gelir eşitsizliği hızla artmaktadır. Sonuçta bugün ortaya çıkan ‘kazanan hepsini alır’ toplumunda nüfusun % 1’i tüm gelirlerin % 40’ına sahip konuma gelmiştir. Orta sınıfın kendi evini alabilmesi için karşısına çıkan fırsat ancak, 20 30 yıllık kredilendirmedir. Orta sınıfın ekonomik güvencesi ortadan kalkmaktadır. Bugün sadece AB de değil, tüm dünyada insanların taksitle yaşayıp, borçla öldükleri bir ekonomik sistem hüküm sürmektedir.

Avrupa Birliğini’nin ‘Meşhur’ Çerçeve Programları:

Avrupa Birliği’nde, ilki 1984 yılında başlayan Çerçeve Programları, çok uluslu araştırma ve teknoloji geliştirme projelerinin desteklendiği  programlar olup, kapsamı, programa ayrılan bütçe miktarı ve süresi her bir programda değişiklik göstermektedir. Temel amacı, Avrupa’nın bilimsel ve teknolojik temelinin güçlendirilmesi, endüstriyel rekabetin desteklenmesi ve ülkeler arası işbirliğinin teşvik edilmesidir. Diğer bir ifadeyle,  yenicilik ve yaratıcılık sürecinde AB’nin, AR-GE harcamalarını İsrail, Güney Kore ve ABD’nin seviyesine çıkartılması hedeflenmiştir.

ARGE harcamalarında AB’nin bu 3 ülkenin oldukça gerisinde kalması, reel sektörün krizine neden yakalandığı konusunda bize ip uçları veriyor. Bu arada, ülkemizin AB Çerçeve Programlarından yararlanarak, ve AB’yi örnek alarak yenilikçiğini geliştirme arzusu içerisinde olması da başka bir komediye işaret ediyor. Mart 2000’de yapılan Zirve Toplantısı’nda belirtilen ve Lizbon Stratejisi olarak adlandırılan strateji kapsamında, AB’nin “dünyanın en dinamik rekabetçi bilgi temelli ekonomisi” olması hedeflenmiş olmasına rağmen yaşanan kriz de gösteriyor ki AB’yi iktisadi açıdan daha ileriye götürmek için AB’de de bilgi temelli ekonomiyi ve toplumu inşa etmekten başka çıkar yol kalmamıştır.

Sonuç olarak, kapitalizmde krizlerin yaşanması şaşırılacak bir olay olmadığı gibi, kapitalizmin kendisini yenileyebilmesi ve gelişebilmesi için krizlerin bir ‘fırsat olduğu’ da ifade edilebilir. Geçmişte olduğu gibi, kapitalizmin krizlerinin sermayeler arası rekabeti politik çatışmalara hatta savaşlara dönüştürme olasılığı, sistemin kendisini yeniden üretebilmesi açısından bir zorunluluk olarak da karşımıza çıkabilir. Dolayısıyla, kapitalizmin her krizini nesnel ve bilimsel temeller üzerinde tartışmak belki de bir beyhude çabadır.

Not: Bu yazım daha önce Dış Ticarette Durum dergisinde yayınlanmıştır.

Advertisement

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s