Bugünlerde kafamın içinde sıkça, Andr Maurois’nın “Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, ruhunda artakalmış barbarlık duygusunun da baskısıyla, soyguncularına karşı hayranlık duyar” sözleri yankılanıyor. Yazımın merkezinde bu söz olmayacak. Zira bu konuda söylenecek laf kalmadı.
Ama hayretle görüyorum ki; “Yetmez Ama Evet’çiler” 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği referandumu oylamasındaki tercihleri nedeniyle linç edildiklerini sanıyorlar.
Dahası, sırf referandumda “evet” oyu verdiklerinden dolayı, bugünkü düzenden kendilerinin sorumlu tutulduklarını sananlar var.
Hatta hiç utanıp sıkılmadan, “Bizim kaç tane oyumuz var ki sonucu etkilemiş olabilelim?” diye soru soranlar dahi var.
Bugün hala “O dönem AKP’yi desteklemek gerekiyordu, çünkü… ” şekline cümleler kuranları da duydukça içimdeki sıkıntı büyüyor.
Hep beraber, herkesin gözü önünde yaşananları nasıl da bu kadar farklı şekillerde görebildiğimizi anlamakta güçlük çekiyorum.
Yazıma söz konusu ettiğim husus, sadece 2010 referandum oylaması değil. Bugünleri yaşamamıza sebep olan bir süreç. 2004’de başlayıp, 17 Aralık 2005’de zirveye çıkan, Gezi’ye kadar devam eden süreç. Hatta bazılarının Gezi’den sonra da devam ettirdikleri süreç.
İşte bu süreç AKP’ye destek verdi, teşvik etti, cesaret verdi, AKP’yi yönlendirdi.
Bu süreci yönetenler; AKP’nin Türkiye’yi bugünlere getireceğini öngörüp ve bu nedenle işini gücünü bırakıp, aktif siyaset yapanlara karşı Brütüs rolü üstlendiler.
Taraflarını değiştirerek, dengeleri de değiştirdiler.
Askere karşı daha önce oluşmuş ve haklı gerekçeleri olan travma altında, insan haklarını hiçe sayarak “vahşi bir intikam duygusunun” esiri oldular.
“Zamanında bu düzeni biz yıkamadık, ama bunlar yıkacak” düşüncesine kapıldılar. “Düşmanımın düşmanı, benim dostumdur” dediler.
Onlar Ali İsmail’in gece yarısı karanlık bir sokakta “sivillerce” linç edilmesine yol açan alt yapının oluşumuna da dolaylı destek verdiler.
Kendi itiraflarına göre “mayın eşeği” oldukları dönemde, Türkiye’de demokrasi ile ilgili endişelerin zirve yaptığı bir dönemde, Kürtlerle barış müzakeresi yapıldığına inanarak, demokratik(!) bir tavır sergilediler.
Bugün yaşadığımız tüm haksızlıkların, içerideki ve dışarıdaki felaketlerin nedeni olan bu yeni sistemin inşaasına su taşımalarına karşın, samimi bir özür bile dilemedikleri gibi, “Bugün olsa yine aynı şeyi yapardık” diyerek, adeta insanlarla alay ediyorlar.
Oysa bu kesimlerin sahip olduğu dünya görüşü, ya da sahip olduklarını sandığımız dünya görüşü, her zaman için samimi bir özeleştiriyi ön şart olarak görür.
Erken seçim kararı alındıktan sonra başlatıkları Gül harekatı ile bizimle dalga geçmediklerini, aksine son derece ciddi olduklarını anladım, samimi olarak itiraf edeyim, şaşırdım. Bugün Gül’ü kurtarıcı olarak düşünmeleri bana tıpkı, 8 yıl önce ülkeyi yeryüzü standartlarında demokrasiye taşıdıklarını zannettikleri günleri hatırlattı.
Şimdilerde, böğürerek sürekli bir karşı duruş sergilemeleri ise “gerçek kurbanlarının seslerinin” bastırılması dışında bir işe yaramıyor ne yazık ki
Gül seçeneği geride kaldı mı? Sanmam, emin olun 25 Haziran’dan itibaren daha yüksek sesle tek çare olarak gündeme tekrar getirilecek. Korkarım bu defa sadece onlar değil, belki de siz de, ben de aynı şekilde düşünüyor olacağız.
İnşallah yine kolaycılığa kaçmayıp, Gül’ün de çare olamayacağını haykırabiliriz.
Pavlov’un şartlandırdığı, köpeklere yiyecek vermeden önce her defasında gidip zili çalan bakıcısı var ya, işte bu sefer onun gibi olmayız, umarım.