Yakın tarihimizdeki darbeler ve müdahaleler, sadece demokrasiyi kesintiye uğratmakla kalmadı; binbir güçlükle yetişen insan kaynağını da heba etti. İdamlar, işkenceler ve bunların yaşattığı acılar her ne kadar bazıları tarafından kutsansa da darbeleri lanetlemek ve darbelere karşı çıkmak, temel insanlık görevlerinden biridir.
Demokrasimize darbeler kadar zarar veren bir başka konu ise darbelere karşı çıkmak ve darbeleri eleştirmek adına sergilenen toptancı yaklaşımlar ile darbe ve müdahalelerin tümünü aynı pakete koyarak onları kategorize etmektir. Genellikle, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ı aynı tanım ve kavramlarla değerlendirmek ve TSK’yı bu işin tek müsebbibi gibi göstermeye çalışmak, bizi demokrasi yolculuğumuzda darbeler kadar tehlikeli başka kutuplaşmalara götürmüştür.
Bu noktada, Siyaset Bilimi okuyan ve uzun bir süre Anavatan Partisi ve Demokrat Parti’de siyaset yapmış, hatta DP’de Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmiş biri olarak itiraf ediyorum ki; “Ben bugüne kadar 27 Mayıs ile 12 Eylül arasında, ya da 12 Mart ile 28 Şubat arasında ortak bir nokta tespit edemedim.”
TBMM’de kurulan Darbeleri Araştırma Komisyonu’na bilgi ve belge sunmak amacı ile defalarca müracaat etmeme, CHP üzerinden girişimde bulunmama ve Komisyon Başkanı Nimet hanımefendi ile telefonla temas sağlamama rağmen, DP Genel Başkan Yardımcısı olarak bu komisyonda iki kelime konuşmama izin verilmedi. Komisyon çalışmaları sonucu ortaya çıkan raporu okuduğumda; milletvekili ünvanına haiz politikacı ve akademisyenlerin ürettiği bu belgede isminin yer almamış olmasını Tanrı’nın bir lütfu olarak değerlendirdim. Onlar da 1960’dan itibaren darbe ve müdahaleleri aynı doğrusal düzlemde sıralayıp, çok affedersiniz “geyik” muhabbeti yapmışlar. Öncelikle ifade etmeliyim ki, Kenan Evren’i yargı önüne çıkartmakla övünen demokrasi kahramanları, bu ülkede darbeye teşebbüsten idam edilen askerleri hatırlamıyor.
Darbelerin ve müdahalelerin, halkın bir kısmının desteği ve talebi doğrultusunda; yani bir “sivil girişimin sonucu” olarak yapıldığını da belirtmeliyiz. Bu noktada, askerler ve meşhur dış güçlerin darbeyi haklı göstermek için örneğin; 12 Eylül öncesi yaptıkları provokasyonları kastetmiyorum, açıkça, 27 Mayıs ve 28 Şubat öncesi halkın önemli bir bölümünün ve bir kısım medyanın TSK’yı göreve çağıran bir ruh hali içerisinde olduklarından bahsediyorum, 12 Eylül’den sonra TSK’yı kutsayan, üstelik babası 27 Mayıs mağduru olan gazeteci ve aydınlardan da bahsetmiyorum, tam tersine “Kafasında en ufak bir izan fırdası bulunan bir insan bile bu ihanet yolunun geçit vermeyeceğini görür ve geri dönerdi. Hayır, bunlar öyle yapmadılar. Anayasayı çiğnediler. Hürriyetleri kestiler, hukuk dışı komisyonlar kurdular. Artık yazı yazmıyor, yazı taklidi yapıyorduk. Silahlı Kuvvetlerimizin Büyük Ata’nın yıllar arkasından akseden manevi direktifi ile yaptığı bu hareket, demokrasimizin en sağlam teminatı olarak tarihimize geçecek ve hürriyetlerden kendi sefil benlikleri için faydalanmak isteyen gafillere her zaman için unutulmaz bir ders olacaktır.“ diye güzelleme yapan Çetin Altan gibi bir üstattan bahsediyorum. Nitekim darbenin, 27 Mayıs’ın, uzun bir süre resmi bayram olarak kutlanması da, siyasetteki o meşhur yüzde 70 – yüzde 30 dağılımının temel nedeni değil midir?
27 Mayıs’ın emir komuta zinciri içerisinde yapılmamış olması, darbecilerin kendilerinden daha yüksek rütbeli olan 3. Ordu Komutanı’na emir verebilmek için, ondan daha yüksek rütbeli biri olan Cemal Gürsel’i apar topar başa getirmeleri, absürd bir komedi yaşandığını gösteriyor. Yaşanan bu komedi, 3 insanı darağacına götürdü. Bu nedenle 27 Mayıs, Türkiye’nin coğrafi olarak değilse bile resmen bölündüğü günün adıdır. 27 Mayısçıların daha sonra “nasıl bölündüklerine” ve darbe inisiyatifinin “kimlerin eline geçtiği” sürecine benzer bir süreci, ne 12 Mart’ta ne de 12 Eylül’de göremezsiniz. Hiç şüphesiz 27 Mayıs deneyimi, TSK’nın kötü yola düşmesinin yolunu açmıştır.
Türkiye’de emir komuta zinciri içerisinden yapılan ilk müdahale 12 Mart’tır. Sayın Demirel, 1960’lı yıllarda kendisini siyasete hazırlayanların ricasıyla ya da emriyle derhal görevi bırakmıştır, bir kez daha şapkasını alıp gitmiştir. Sanıldığı gibi bu ilk gidiş değildir. Talat Aydemir sahnedeyken, Sayın Demirel ilk olarak AP GİK üyeliğinden şapkasını alarak gitmiştir.
28 Şubat sürecinin bazıları için sıkıntılar ve acılar yaratmış olmasına şahit olsam da, kişisel olarak lanetlesem de, benim açımdan bu süreç bir başka absürd komediye işaret ediyor. Refahyol iktidarının sadece ismi bile asker – sivil bürokrat, bir kısım medya ve bir bölüm halk için müdahale yapılmasını gerektiren yeterli bir nedendi. Ben o süreci, bir Bakan danışmanı ve HDTM’de Daire Başkanı olarak yaşadım. Refahyol döneminde HDTM’deki mescit dolup taşıyor, insanlar namaz kılabilmek için birbirlerini eziyordu. Hatta Cuma günleri Kocatepe’ye tur düzenleyenleri dahi gördüm. Ancak, kısa bir süre sonra, o kişilerin Atatürk rozeti satışlarını patlatıp, hafta sonları ailece yaptıkları Anıtkabir ziyaretlerini ballandıra ballandıra anlatmalarına da şahit oldum. Böylesine kalburüstü bir kurumda bile, bir ay içerisinde 180 derece dönebilmeye muktedir insanların mevcudiyeti, bizim daha çok darbe ve darbe görünümlü demokrasi müdahalelerine maruz kalacağımızın işaretiydi. Zaten sırf bu nedenle, bizleri iyice aptal yerine koyarak, 27 Nisan e-Muhtırası’nı verdirtmediler mi? Samimi olarak söyleyeyim; bu son e-muhtıra, 12 Eylül darbesine karşı bile okulda eylem yapan biri olarak beni, hiç böyle aşağılanmış hissettirmemişti.
http://www.haber3.com//darbeye-ovgu-ve-mehmet-altanin-bilmedikleri-105562y.htm#ixzz3TmOF27y6