Son 10 yılda Türk dış politikasının oluşumunda son derece etkili bir isim olan Davutoğlu, önce danışman daha sonra bakan olarak dış politika stratejimizi tek başına belirledi. Davutoğlu’nun sahip olduğu batı tarzı eğitim ile kişiliğini oluşturan din temelli ideolojik perspektif, O’nu dış politikamızı tüm yönleriyle şekillendirme konusunda adeta rakipsiz bir konuma taşıdı. Daha başlangıçta sahip olduğu medya desteğiyle birlikte “dış politika sihirbazı” ve “efsane hoca” sıfatlarını dahi, henüz ortada somut hiçbir başarısı olmamasına rağmen taşımak konusunda tereddüt göstermedi.
Türkiye’nin ABD ile ilişkileri, Avrupa Birliği ile ilişkileri, Rusya Federasyonu ile ilişkileri ve özellikle Orta Doğu ile ilişkilerine yönelik politikalar masaya yatırıldığında, eski Osmanlı coğrafyası, Davutoğlu’nun en güçlü olduğu alan olarak kabul edildi. Özellikle komşularla sıfır sorun politikası temelinde başlatılan sürecin bugün gelmiş olduğu nokta ortadayken, kendi ifadesiyle, Suriye’den bile daha fazla risk aldığımız Mısır’daki son gelişmeleri dahi okuyamaması, Davutoğlu’nun aslında donanım açısından en zayıf olduğu bölgenin Orta Doğu olduğunu ortaya çıkarttı.
Aslında, Esad’ın politikalarının arka planında “anne” faktörünün olduğunu ifade etmek bile, tek başına Davutoğlu’nun Orta Doğu’ya yönelik bakış açısının ne denli yüzeysel olduğunu olduğunu ortaya koymaktadır. Rusya’nın Suriye politikasının arka planında sadece Rusya’nın askeri ve ticari çıkarları ile Suriye’ye yönelik stratejik emelleri olduğunu zanneden Davutoğlu, ne yazık ki, Suriye’de yaşamakta olan 30.000 civarındaki Rus vatandaşının mevcudiyetini, eğer okuyorsa, bu yazıdan sonra öğrenecektir (Suriye’deki Rus vatandaşlarının öyküsü farklı bir yazı konusu olmakla birlikte, 1963 yılından beri Suriye elitlerinin çoğunun SCCB ve Rusya’daki prestijli sivil ve askeri okullardan mezun olduklarını ve Rus vatandaşları ile evlenerek Suriye’ye döndüklerini ve bugün hala Suriye’de politika oluşumunda etkili olduklarını ifade edelim.)
Bölgemizde enerji temelli politikaların ve projelerin birbiri ardına hayata geçtiği bir dönemde, Avrupa’nın doğalgaz güvenliği sorununu, kendi arz güvenliğinin önüne koyan Türkiye’nin, kendi demokratikleşme sorunu ortadayken Mısır’da demokrasi şampiyonluğuna soyunması, ancak Davutoğlu tarzı dış politikanın açıklayabileceği bir yaklaşımdır. Askeri darbelere karşı olmak ve Mısır’daki gelişmelere sessiz kalmamakla, bir ülkenin iç politikasına eklemlenmek farklı şeylerdir. Davutoğlu ve Başbakan’ın Mısır konusundaki hassasiyetini resmen kıskanıyorum, keşke bizim ülkemiz için de aynı şekilde kaygı duysalar. Mısır’daki Büyükelçimizi geri çekmeyip, Mısır ile ilişkileri askıya almamak ne denli gerçekçi bir politikaysa, Davutoğlu ve Başbakan’ın Mısır’a yönelik kaygılarını kamuoyu ile paylaşırken, ABD yeşil ışık yakmadan Mısır’da darbe yapılabilir mi sorusunu da akıllarında tutmaları ve sık sık kendilerine sormaları gerektiğini düşünüyorum.
Dış politikamızı hızla değişen ve gittikçe istikrarsızlaşan bir dünyada oluşturmak ve yürütmek kuşkusuz güç bir iştir. Mısır’da 1,5 yıldan daha az bir sürede yaşanan iki büyük değişim de gösteriyor ki, böyle bir iklimde, Davutoğlu’nun sahip olduğu donanım ve perspektif bugünün dünyasının gerçekleriyle uyuşmamaktadır.
Ekonomik anlamda küresel alt üst oluşların ve ekonomik krizlerin hüküm sürdüğü bir ortamda, öncelikle çevik, atak ve çok yönlü bir strateji modelinin işleyişi sağlanmalıdır. Geçmişin mirasına sahip çıkarak, geçmişi tekrar kurmak hayalleri yerine, yarını şekillendirmeye gayret eden projelelerin tarafında yer alınması gerekmiyor mu?
Sosyal medyanın ve bilişim teknolojilerinin dış politikada da yarattığı fırsatların, tehlikelerin ve tehditlerin ışığında, artık ülkelerin dış politikada ‘istikrarlı ve güvenli adalar’ yaratma girişimlerinin geleceğinin olamayacağını fark edebilmek de önem arz ediyor. Daha açık bir ifadeyle, şunu belirtmek istiyorum, yaşadığımız dünya, Davutoğlu’nun bildiğini zannettiği kavramlarla açıklanamayacak bir değişim geçirmiştir. Uluslarararası ilişkiler disiplini geçmiş yüzyıla ait yaklaşımların esaretinden ve klasik diplomasi anlayışının tesirinden hızla kurtarılmalıdır.
Bu yeni dönemde, sadece insan hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesi temelindeki perspektifik geçerlidir. Gezi Parkı eylemlerinin sonucunda 3 yıl aradan sonra yeni bir fasılın açılıyor olması da izah etmeye çalıştığım durumun açık bir göstergesidir.
Ülkemizdeki demokratikleşme süreci sıkıntılıyken, Mısır’ın demokratikleşmesi için başından beri “sınırsız” çaba sarfediyor olmak beraberinde Mısır’da hayatını kaybedenlerin vicdani sorumluluğunu ve vebalini omuzlarımıza yüklüyor. Dahası, bu politika Türkiye’nin geleceğini ve güvenliğini de tehlikeye atıyor.