AKP tarafından hazırlanan Anayasa değişikliklerine ilişkin paketi incelediğimde ilk fark ettiğim şey, 12 Eylül askeri darbesi ürünü Anayasa’ya fazla haksızlık ettiğimiz oldu. AKP gibi, hızlı demokrat bir partinin taslağı böyle mi olmalıydı?
Ne dokunulmazlıklara ne de seçim barajına ilişkin bir öneri yok. Oysa, bu iki konuda adım atılmaksızın 7X24 demokrasi ortamının tesisi mümkün olmayacak.
Teklif edilen değişiklikler, bize aslında AKP’nin de 7X24 demokrasi heveslisi olmadığını gösteriyor.
‘Dağ fare doğurdu’ diyebiliriz. Ağırlıklı olarak hukuk sistemine yönelik değişiklikler, muhalafetin söyleminde haklı olduğunu ; AKP’nin aslında kendi hukuk düzenini kurma amacı taşıdığını gösteriyor.
Eğer bu değişiklik teklifi Meclis’ten geçirilip halk oyuna sunulursa, acaba Türkiye daha demokratik bir ortama mı yelken açar, yoksa gerginliğin tavan yaptığı bir başka boyuta mı geçeriz? Bu soruya yanıt vermek güç olmakla birlikte, diyelim ki oylama yapıldı ve şöyle sonuçlar elde edildi..
1 – % 51 Evet, % 49 Hayır veya tam tersi,
2- % 60 Evet, % 40 Hayır veya tam tersi
Sanırım, Siz de benim gibi düşünüyor ve Anayasa değişikliğinin en fazla % 60 ile kabul veya red edileceğini öngörüyorsunuz. O halde sormak gerekiyor; toplumun % 40 tarafından kabul veya red edilen bir Anayasa ile siyasi tansiyon düşürülebilir mi ? Türkiye normalleşir mi ? Bu sayede, asıl sorunumuz olan fakirlikle savaş konusuna odaklanabilir miyiz ? Eğitim ve sağlıkla ilgili sorunlarımızı çözebilir miyiz?
İşte bu sorulara yanıt ararken, dünyanın en demokrat 2 kişisinden birisi olan Ahmet Altan’ın 9 Mart günü yazmış olduğu köşe yazısını tekrar okumamız gerektiğini düşündüm. Arşivlik bu yazıyı aynen aşağıda aktarıyorum.
‘‘İmparatorluk ve insan
Osmanlı İmparatorluğu kurulduğunda Elazığ köylüleri nerede oturuyordu?
Kerpiç evlerde.
Birinci Meşrutiyet ilan edildiğinde nerede oturuyorlardı?
Kerpiç evlerde.
İkinci Meşrutiyet’te?
Kerpiç evlerde.
Saltanat kaldırıldığında?
Kerpiç evlerde.
Hilafet kaldırıldığında?
Kerpiç evlerde.
Cumhuriyet ilan edildiğinde?
Kerpiç evlerde.
Şapka devrimi yapıldığında?
Kerpiç evlerde.
1960, 1971, 1980 darbeleri yapıldığında?
Kerpiç evlerde.
28 Şubat darbesinde?
Kerpiç evlerde.
Şimdi nerede oturuyorlar?
Kerpiç evlerde.
1299’dan bu yana yaşanan onca olayın, savaşın, darbenin, gelişmenin Doğu ve Güneydoğu köylerine ne faydası oldu peki?
Hiç.
Hâlâ kerpiç evlerde yaşıyorlar, hâlâ kerpiç evlerde ölüyorlar.
O imparatorluk, hilafet, meşrutiyet, cumhuriyet, laiklik, darbeler, savaşlar, cinayetler kimin içindi?
Belli ki oralardaki köylüler için değildi.
Yapılan hiçbir değişiklik, o köylülerin hayatını da ölümünü de değiştirmedi.
Niye yaptık peki biz onca şeyi, kimin için yaptık?
O köylerde yaşamayanlar için.
Yapmasaydık o köylüler için ne değişecekti?
Hiçbir şey.
Bugün yeryüzünün hiçbir doğru dürüst ülkesinde insanlar 6 ölçeğindeki bir depremde ölmezler.
Burada niye ölüyorlar peki?
Cihan imparatorlukları kurmuşuz, cumhuriyetler ilan etmişiz, Atatürk’ün ilke ve inkılâplarını kabul etmişiz, şapka giymişiz, darbe yapmışız, çağdaş olmuşuz ama köylüler kerpiç evlerde sabah vakti yıkıntıların altında ölüyorlar.
Ben yeniyetmeyken mahalle çocuklarının çok sevdiği galiz bir laf vardı, dayanamayacağım söyleyeceğim, “bana faydası olmayan kilisenin papazını öpeyim,” alın imparatorluğunuzu, cumhuriyetinizi, laikliğinizi, ilke ve inkılâplarınızı, şapkanızı, darbenizi, ne isterseniz ondan yapın.
Bunlarının hiçbirinin o köylülere bir faydası yok, olmamış, olmayacak.
Onların hayatını bunların hiçbiri kurtarmaz, onların hayatlarını, buralarda aydın geçinenlerin bile bir tür “fantezi” sandıkları “demokrasi” kurtarır ancak.
“Önce cumhuriyet”, “önce laiklik”, “önce vatan” diye bağıranlar, “demokrasi gelirse ne olacak, memleket bölünecek” diyenler, gidin şimdi bunları Elazığ köylülerinin parçalanmış bedenlerine anlatın.
Demokrasi, insanın her şeyden daha önemli ve kutsal olması anlamına gelir, demokrasi olsaydı, Meclis lojmanlarına, orduevlerine, memur kamplarına, Atatürk heykellerine harcadığınız parayı Elazığ köylerine harcamak zorunda kalırdınız, kerpiç evlerin içinde sabaha karşı yıkılan duvarların altında ezilerek ölmezlerdi.
Asfalt yolları, sağlam evleri, çiçekli bahçeleri olurdu.
Keyfinizce yağmalayıp paylaştığınız paraların, silahlara savurduğunuz paraların, gösterişe harcadığınız paraların hesabını size sorarlardı demokrasi olsaydı, “burada bu derme çatma kerpiç evler dururken o paraları nereye harcıyorsun” diye sorarlardı.
Ama köydeki çobanla siz bir değilsiniz tabii, para sizin, keyif sizin, iktidar sizin, gösteriş sizin, eğlence sizin, babalanma sizin, efendilik sizin, kerpiç evlerle ölüm de zavallı çobanın.
Demokrasi, “çobanla profesörün oyunun eşit” olması değildir, demokrasi, çobanla siyasetçinin, paşanın, profesörün, şehirlinin “hayatının eşit” olmasıdır, aslında istemediğiniz bu, değil mi?
Sizin hayatlarınız, şaşaanız, debdebeniz, köylülerin hayatından besleniyor.
Onun için istemiyorsunuz demokrasiyi, onun için istemiyorsunuz eşitliği.
İmparatorluk yaptınız, meşrutiyet yaptınız, cumhuriyet yaptınız, laiklik yaptınız, inkılâp yaptınız, darbe yaptınız.
Niye hiçbiri o köylülerin işine yaramadı?
Niye ölüyor onlar, neyin eksikliği öldürüyor onları?
Bir düşünün Allahın cezaları, bir düşünün’’
Demokrasi anlayışınız eğer Ahmet Altan ile örtüşüyor ise, Marxist babanızın tedrisatından geçmiş olmanızı veya ‘artı değer sömürüsü’, ‘üretim ilişkileri’, ‘üretim araçları’, ‘bujuvazi’, ‘emperyalizm’, ‘oligarşi’, ‘faşizm’, ‘hakim sınıflar’ gibi kavramları bir tarafa bırakarak, ‘ülkede gerçek demokrasi olsaydı’ diye başlayan cümleler kurabilirsiniz. Hatta, Elazığ’daki kerpiç evin neden olduğu dramdan yola çıkarak, ‘daha fazla demokrasi, daha az kerpiç ev’ sloganını hayata geçirmek üzere referandumda ‘evet’ oyu kullanabilirsiniz.
Ya da Ahmet Altan gibi birisi ‘nasıl olur da, bu kadar sığ bir demokrasi anlayışına sahip olabilir’ diye düşünüp, 10 yıl önceki depremde ölenleri, hem de askeri tesislerde bile beton altında kalarak ölenleri düşünüp, demek ki kerpiç veya beton farketmiyor, bu topraklarda deprem insan öldürüyor, bunun demokrasinin kalitesiyle alakası yok diyebilirsiniz. Eğer böyle demezseniz, Şili depremindeki az sayıdaki kayıp nedeniyle, Şili demokrasisini örnek almak zorunda kalabilirsiniz. Bu, sizi Allende’ye kadar götürebilir. 17 yıl süren Pinochet diktatörlüğüne rağmen deprem kayıpları hala asgari düzeydeyse, ‘Bir düşünün Allahın cezaları, bir düşünün’ demekle ilkel bir demokrasi anlayışınızın olduğunu dışa vurursunuz.
Bence, Türkiye Cumhuriyeti’nin kısacık tarihindeki en büyük başarısı, Ahmet Altan gibi dünya çapındaki 2 büyük demokrasi düşünüründen birisini demokrasi tarihine armağan etmek olmuştur. Bu bile çok büyük bir başarıdır.
Benim anlamakta güçlük çektiğim nokta; Altan kardeşler gibi okudukları kitapların sayısı bilinemeyen insanlarla, kitap okuyup okumadığı hiç anlaşılamayan siyasetçilerin aynı demokrasi anlayışına sahip olmalarıdır. Demokrasinin ancak, Anayasa ile tesis edilebileceğini zannederek eksen kaydıranlara kayıtsız şartsız destek veren Ahmet Altan, Marxizm’den Cemaatçiliğe giden yoldaki eksen kaymasını sahip olduğu demode demokrasi anlayışı ile bağdaştırmaya çalışmaktadır.